Geçtim yine peron dokuz dört çeyreğin o büyülü kapısından. Başkalaştım, dönüştüm, buza dönmüş göllerin yansımasından kendimi gördüm, sorguladım, neydim, ne oldum, ne olabilirim dedim.
Bu sefer az düşmüş kar. Fark eder mi? Ülke aynı ülke karlısı da karsızı da. Sakin, dingin, huzurlu, mutlu yalnız; tazeleyici, nefesli; sağlık kokan, rahatlıkla sadeliğin harmanlandığı yer işte. Karlısı da karsızı da aynı. Yaşam yavaş, telaşsız, kargaşasız, düzen var huzur var. “Allahım dönmek istemiyorum o keşmekeşe!” diye bağırası geliyor insanın. “Yine de biraz fazla mı sakin?!” diye dürtüyor damarlarından akan güneyli kanın.
Derken geldi çattı seremoni günü, gecesi. Gece dediğime bakmayın. Başlayış saati akşam üstü beş. Güneşin üçte battığını ve gecenin dokuzunda uykuya gebe kaldığını hesaba katarsak, beş onlar için geçerli bir gece başlangıcı sanki.
İki senelik yüksek lisansım boyunca gördüğüm Finli danışmanları ve profesörleri hiç bu kadar içten, samimi ve benden daha heyecanlı ve coşkulu görmedim. Çok gerekmedikçe gülmeyen ve iletmek istedikleri önemli bir mesaj olmadıkça konuşmamayı tercih eden hocalarım öyle güzel bir kucaklamayla karşıladılar ki, bu karşılama“ah salak kafam ne diye döndün” dedirtti.
Kervana yeni katılan yüksek lisans öğrencilerine verdiğimiz deneyim paylaşımı sırasında, paylaşımda bulunmadığım anlarda, ortamdan çıkıp izledim yeni öğrencileri bir müddet. Bir sürü şey daha demek istedim ama bir başlasam anlatmaya susamayacaktım, biliyorum kendimi. Nasıl anlatsaydım bu iki sene içinde yaşadıklarımı, yaşayamadıklarımı?! Onlar böylesine hevesli ve dünyayı değiştirmeye ant içmiş orada oturup umut verici cümleler duymayı beklerken... Nasıl diyebilirdim ki onlara:
"Hiçbir şey planladığınız gibi gitmeyecek. Umduklarınızın onda biri belki olacak belki olmayacak. İdealistliğinizle geldiğiniz ve sizi olabileceğine inandıran bu ülkeden çıktığınızda realizm yüzünüze bir tokat gibi vuracak. Siz, bu ülkenin, bu 'İNSAN'ların ve bu eğitimin size kattıklarıyla bir başınıza yolunuzu bulmaya çalışmak zorunda kalacaksınız. Gittiğiniz hiç bir yerde adam akıllı kabul görmeyeceksiniz çünkü farklı ve fazla ütopist görüleceksiniz. Bu ülkenin gerçekliği, başka hiç bir ülkenin gerçekliğiyle uyuşmayacak. On kere düşüp bir kere kalkacaksınız ve bununla yetinip aynı motivasyon ve azimle yolunuza devam edip iyiliği bir meşale olarak taşımanız gerekecek" diyemedim.
Bana sordukları beş altı sorunun içinden çıkan masumane:
“Sen bir ilkokulda İngilizce öğretmenisin ama eğitim liderliğini uzmanlık alanı olarak seçtin. Bunu nerede kullanıyorsun?”
sorusuna:
“Liderlik becerini her yerde kullanabilirsin”
cevabımın altında yatan anlamı yeterince veremedim onlara. Orada gördükleri alçak gönüllülük, şeffaflık, beraberlik, ortak hedef ve yol göstericilikle harmanlanmış liderlikle şuan dünya çapında süregelen diktatörlük, zalimlik ve bireysel ego savaşlarıyla dönen liderliğin aynı kavramlar olmadığını anlatamadım. Derdin sadece “ben yaparım, çok da güzel yaparım, hiç hata yapmam, en mükemmel benim, sen eksiksin, senin yüzünden olmuyor” cümlelerini sarf edip insanların üstüne basa basa bir yerlere varmaya çalışan, adına lider denen zalimlerle geçinmenin ve aynı dili konuşmanın bir yolunu kendilerinin bulmaları gerektiğini söyleyemedim. Bunları gerçekleştirmek için de kendileriyle her gün savaş vermeleri gerektiğini diyemedim onlara.
İşte liderlik vasfının bu noktalarda devreye girip “o yapıyorsa ben de öyle yaparım o zaman” dememek olduğunu gösteremedim. İnandıkları ve onlara orada öğretilenen insancıllağa sıkı sıkıya tutunmaları ve her allahın günü karşılaştıkları krizleri ne kadar başarıyla yönettiklerini ancak ve ancak lideri oldukları en küçük canlıların, öğrencilerinin gözlerindeki sevgiden ve gösterdikleri ilerlemeden alabileceklerini demeyi gerçekten çok istedim ama diyemedim.
"Her gün maruz kaldığınız ve kalabileceğiniz zorlukları göğüslemeniz gerek. Kulaklağınıza çalınan şikayetlere kulak tıkamanız ve karşılığında “seni anlıyorum ama bu yanı da var” demeniz gerek. Size yöneltilen kıskanç gözlerin ihtiyaçlarını görmek ve onları da yolunuza katmak için "ne yapabilirim?" diye bakarak, liderlik vasfını yerine getirmenin bir yolunu bulmanız gerek"
diyemedim.
Finlandiya’nın, mezuniyetimin ve dostlarla çevrelendiğim anın büyüsü altındaydım. Bana verilene minnettar olmaya, bittiği için buruk olan gurur duygusunu özümsemeye, hevesle anlatılan dünyanın dört bir yanında yapılan iyiliklere odaklandım. Gözlerim doldu, boğazım düğümlendi. Tüm bu bahsettiklerimi söylemedim onlara.
Onun yerine anın tadını çıkardım. Hayatımda gördüğüm en sessiz ve gösterişsiz kutlamanın, ne kadar da doyurucu ve yeterli olduğunu düşündüm. Bir kutlamayı kutlama yapanın, aynı hedefle yola çıktığın ve yollarının kesiştiği kültürünün, ülkenin, dilinin, özelliklerinin tamamen farklı olduğu ama geçirdiğin iki sene boyunca mutluluğunu ve sevincini paylaşınca bir olabildiğin, o bir avuç insan olduğunun idrakını yaşadım. Profesörlerimden biri çıkıp bizim için şarkı söylediğinde mütavaziliğin, kibarlığın, tevazunun, sevginin, görgünün evrensel olduğunu ancak çok özel insanlarda vuku bulabileceğini anladım. Türk mutfağının şaşaasının yanında kısır Fin topraklarından çıkan kısıtlı ürünlerle de bir kutlama yemeği verilebileceğini ve o masayı sofra yapanın geçmişte yaşanılan anıların bize kattıklarını paylaşmak olduğunu fark ettim.
Bir Finli bebekle bir Uygur bebeğin birbirlerine olan bakışlarını gördüğümde derin bir nefes aldım ve diyemediklerimi içe atıp buraya yazmak için yeşermelerini bekledim. Sanırım böylesi daha iyi oldu yeni öğrenciler için. Fin eğitim sistemi, deneyimleyerek öğrenme felsefesi üzerine kuruludur ne de olsa değil mi?
Diyeceğim şu ki, ben bugün mezun olmakla değil “insan” olmakla gurur duyuyorum. Finlandiya’daki deneyimimin en büyük çıkarımı bu. Ne kadar da az değil mi? İşte tam da bunu yaşıyorlar onlar, bizim yaşayamadığımızı, belki de hiç bir zaman yaşamak istemeyeceğimizi; Azı ama özü. İnsan olmanın da özü tam da bu işte. Sizlere ve kendime bu vesileyle hayatta azlık ve özlükle mutlu olabilmemizi diliyorum.